Asıl adı Müslüm Mart olan araştırmacı yazar Yusuf Çağlar, 1969 yılında Osmaniye’de dünyaya geldi. İlk, orta ve lise eğitimini orada tamamladıktan sonra 1986 yılında İstanbul’a lisans öğrenimi için geldi, aynı yıl İstanbul Üniversitesi Kamu Yönetimine girdi. Yusuf Çağlar, üniversite yıllarında başladığı “çocuk” okumalarını 1988 yılında Zaman Çocuk Ekinde yayımladığı şiirlerle edebiyat eserlerine dönüştürdü.
ZAMAN KİTAP’IN YAYIN YÖNETMENİ İDİ
Kayyım atanan ve KHK ile kapatılan Zaman gazetesine yıllarca emek veren, birçok biriminde çalışan gazeteci Çağlar, en son görevi olarak gazetenin yayınevi Zaman Kitap’ın yayın yönetmenliğini yapıyordu. Sahaflara, kitaplara, koleksiyonerliğe ve arşivciliğe verdiği değerle Türkiye’deki bütün kitap dostlarının yakından tanıdığı Çağlar, hayatını kitaba adayan nadir gazetecilerden biriydi. Sahaflar onun ikinci evi gibiydi. Bir çok gazeteci ve araştırmacının yolu onunla ve dolayısıyla bugünden tarihe uzanan birikimiyle kesişti.
ÇOCUK EDEBİYATINA vE ARAŞTIRMACILIĞA ADANMIŞ BİR ÖMÜR
1990 yılında Zaman gazetesinde yaptığı çocuk okura yönelik çalışmalarını çoğaltan Çağlar, 2000 yılında ise Türk Çocuk Edebiyatı için önemli bir katkı sayılabilecek bir yayını, Kırmızı Bisiklet dergisini görünür hale getirdi.
2003 yılında Zaman Arkadaşım dergisinin yayın editörlüğünü üstlenen Yusuf Çağlar, son olarak gazetenin yayınevi Zaman Kitap’ın yayın yönetmenliğini yapıyordu. Çağlar, Zaman gazetesinde birçok özel sergi açılmasına da ön ayak olmuştu. Çağlar’ın özel koleksiyonundaki belge, fotoğraf ve eserlerle ‘Yahya Kemal’, ‘Mehmet Akif Ersoy’, ‘Edebiyatçılar Zaman’da Buluşuyor’ etkinliğinde ise İzzet Melih Devrim, Necip Fazıl Kısakürek, Ziya Osman Saba ve Peyami Safa’nın eserleri sergilenmişti. Çağlar, Mehmet Akif Ersoy’un daha önce hiç yayınlanmamış bir şiirini de tozlu raflardan bularak yayımlamıştı.
‘ONSUZ HER ETKİNLİK EKSİK…’
Yusuf Çağlar’ın vefat haberini duyuran Sahaflar Derneği o gün tarihe şu notu düşmüştü: “Bir sahaf dostunu, çok değerli bir arşivci ve koleksiyoneri Koronavirüsü sebebiyle yitirdik. Camiamıza baş sağlığı, sevenlerine sabır diliyoruz.” Hermes Sahaf’tan Ümit Nar ise Çağlar’ın vefatını “Yusuf Çağlar’ı kaybetmişiz. Çok değerli bir insan, nitelikli bir arşivci ve koleksiyonerdi. Festivallerimizin ‘cemiyet fotoğrafçısı’, onun olmadığı etkinlik eksik sayılırdı. Artık eksik” sözleriyle kamuoyuyla paylaştı.
‘DAHA DÜN GİBİ HER ŞEY YAKIN / HER ŞEY UZAK’
Çağlar geçtiğimiz yıl 50. yaşgününde dostlarına teşekkür ederken “1969-2019… 50 yıl olmuş “yaşamak” kelimesine aşina olalı… Yarım asır olmuş bu dünyanın bitmek bilmez telaşlarına kapılalı. Daha dün gibi her şey yakın / her şey uzak…
Doğumun, kelimelerin, aşkın, çocukluğun, gençliğin yollarından küçük adımlarla yürünmüş. Gecelerin ve gündüzlerin sesine sesler eklenmiş. Dostlarımızın, aşina eserlerin, hayallerin ve sayısız projenin peşinde tükenip gitmiş seneler. Geride kalan üç beş kitap, hatıralar, çocuklar, yaşadıklarımız… Önümüzde hiç bitmeyen sonsuz bir âti.
Dünde kalan kederleri yarının sevinçlerine çeviren dostlara selam olsun.” satırlarını kaleme almıştı.
Gazeteci dostu Selahettin Sevi vefatının ardından Yusuf Çağlar’ın basın tarihindeki yerini gözler önüne seren bir biyografi kaleme almış ve şunları paylaşmıştı:
Ünlü İlyada destanında Akhilleus, Troya kahramanını öldürmek üzeredir. Hektor yalvarır. Fakat nedeni canının bağışlanması değil, ölüsüne hürmet gösterilmesi, ailesine teslim edilmesi ve hak ettiği gibi bir cenaze töreni yapılmasıdır. “… ateş payımı alayım kadın, erkek Troyalılardan” sözleri bir tür “helallik” arzusu değil midir?
Akhilleus gaddarca işkencelerden geçirse de ‘tanrılar’ Hektor’un ölüsünü korumaya çalışır. Troya Kralı ve Hektor’un babası Priamos dil döker. İkna olur Akhilleus ve baba Priamos’a teslim eder oğlunu. Hektor’un cansız bedeni “hak ettiği cenaze töreni” için yaşlı babasının kullandığı arabayla Troya surlarından içeri girer. Priamos kalabalığa, “çekilin de geçsin…” der: “ağlayın sonra/götüreyim eve ölüyü, ağlarsınız doya doya.”
Salgın ve sürgün günlerinde -hayatta kalabildiysek- en büyük üzüntü sevdiklerimize hak ettikleri gibi bir cenaze töreni bile yapamamak.
Nisan ayında anneciğim hep yaşadığı gibi “bir garip” olarak kara toprağa verilmişti.
Bir çok dostun ardından güzün son günlerinde de çok değerli dostum Yusuf Çağlar şehirden uzak bir mezarlıkta sessizce sonsuzluğa uğurlandı.
Kadrajıma renkli bir kare olarak girdiğinde Bahriyeli kısa dönem askerdi Yusuf Çağlar. Her zaman olduğu gibi Cağaloğlu’nda Türkiye Çocuk bürosunda buluşmuş, muhtemelen tarihi köfteciyi ziyaret etmiş ve Gölcük’teki birliğine yolcu etmeden önce çekmişim beyaz üniformalı fotoğrafını. Yıl 1991.
80’li yılların sonunda tanıştığımızda ben Marmara’da basın yayın, o ise İstanbul Üniversitesi’nde siyasal okuyordu. Bizi buluşturan ise çocuk yayıncılığıydı. Bir vesileyle tanışmış, sonrasında Kemalettin Tuğcu’dan Gülten Dayıoğlu’na, Mustafa Ruhi Şirin’den Yalvaç Ural’a uzanan yelpazede ortak dostlar edinmiştik. Çocuk edebiyatında yeni yüzler dizisini hazırladığımda beni Bursa’ya gönderip imam hatip öğrencisi Ali Burhan’la tanıştırmasını unutmak ne mümkün. Ya Menemen’de askerlik yaptığım dönemde yazdığı uzun ve hüzün dağıtan mektuplarını…
Yusuf Çağlar’la bir ayağımız haftalık buluşmalarımızın merkezi FKM’nin son katıydı. FEM Dersanesi’nin soğuk odası öğrenci, öğretmen, mühendis ve gazeteci adaylarından müteşekkil dostlar tarafından ısıtılıyordu. Fotoğraflar, söyleşiler, şiirler tartışıyor; yazın alanındaki ilk verimlerimizi utana sıkıla paylaşıyorduk. Sihirli bir el ise onları Zaman gazetesinin Akademi adı verilen ‘genç yetenekler’ sayfasında değerlendiriyordu, biz bile şaşırıyorduk. ‘Kırkikindi’ yağmurları gibi gönlümüzü serinleten o el bir gün “Sizi Kendi Dağıma Çağırıyorum” diye bir deneme kaleme aldığında o sayfa bizim için bitti ama edebiyata, sanata ve hayata olan tutkumuz, ilgimiz, sevgimiz hep devam etti. Dostluğumuz da… Eyüp Can’ın Pazartesi Konuşmaları’nın gündemi belirlediği yıllarda çektiğim Yusuf İslam’ın tam sayfaya yakın açılan fotoğrafını cesaretle kullanan ise cebinde tükenmez kalemi ve kretuar bıçağı eksik olmayan Yusuf Çağlar’dı… Benim aklımı çelip Zaman’a foto muhabiri olarak davet eden de…
1998 yılında Beylikdüzü’ndeki Tatilya’da ilk Misket Sergisi’ni açtığında da aynı çocuksu heyecanı yaşıyorduk, yaklaşık bir yıl sonra Kırmızı Bisiklet dergisini yayımladığında da. Ne yapıyor ediyor, bizi organizasyonun içine çekiyordu Yusuf Çağlar. Zaman’da foto muhabiri olarak mesaimi harcarken bir yandan da “Sadece fotoğrafla olmaz Selahattin Bey, yazısını da yazın” diyerek bana çocuk dergisinde “Kuş Bakışı” adında mutabık kaldığımız sayfalar açmıştı. Küçük teliflerle beni Pamukkale’den Bursa’ya, Bolu’dan Kapadokya’ya kadar farklı yerlere gönderiyor, çocuklar için gezi yazısı yazdırıyordu. Şimdi adlarını yazsam belki tedirgin olacak onlarca yazar çizer Kırmızı Bisiklet’te ya da başka mecralarda kendine yer buluyordu. Daha da önemlisi, bir süre sonra Yapı Kredi ve benzeri yayınevlerinde kendilerine alan açılıyordu. Bir dönem yönettiği sayfadaki “Fotoğraf-lık” bölümünde sadece fotoğrafçı imzasıyla başta Mehmet Kamış olmak üzere nice muhabirin çalışmaları kıymetlendi. Nasıl Türkiye Çocuk’ta iken birlikte iş yapabiliyorsak, bir dönem Milliyet’e gittiğimde de bağımız hiç kopmadı. Her buluşmamızda ise hediye edecek bir şey mutlaka olurdu. Bazen bir kitap, bazen bir kalem ya da oyuncak… Onu gerçekten mutlu ettiğini düşündüğüm hediye ise Sırbistan’ın Sancak bölgesinden Kosova’ya dönerken Mehmet Akif’in köyünde çektiğim ve içinde bazı akrabalarının da olduğu fotoğraflar serisiydi.
Kırmızı Bisiklet günleri
Zaman yeni ve görkemli binasına geçtiğinde Yusuf Çağlar’ın mesaisi, herkes işini bitirip gidince başlıyordu. Akşam saatlerinde verilen ‘kahvaltıdan’ sonra masasına dönüyor, genellikle sonradan merak sardığı neyine biraz üflüyor ve başlıyordu çalışmaya. İkinci katta gece yarılarına kadar süren sakin çalışmada haritalar, info-grafik panolar, kitaplar, albümler yapılıyordu. Rumeli, Yazdan Kalma Bir Balkan Rüyası kitabım da onun teşviki ve gayretiyle hayat buldu, “Fotoğraf Konuşmaları” serisi de, yıllık almanaklar da… Günlük haber koşuşturması içindeki muhabirleri ve foto muhabirlerini mavi ve turuncu sandalyelere oturtuyor, bir kitap yapmaya ikna ediyordu Çağlar. Başarıyordu da… Birçok arkadaşımızın ilk kitabında onunun yüreklendirmesi ve titiz çalışması vardır. Gazetenin zemin katındaki sergi alanı sürpriz bir şekilde Yusuf Çağlar imzalı bir sergiye ev sahibi oluveriyordu. Çağlar’ın pratik zekası, dört yıldan fazla süre cezaevi hücresinde tutulan görsel yönetmenimiz Fevzi Yazıcı’nın sanatı ile birleşince zamanı aşan çalışmalar ortaya çıkıyordu. Yetmediği zamanlarda da Taksim Sanat Galerisi veya başka büyük mekânlara taşınıyordu Zaman çalışanlarının emekleri. 27 Mayıs sergisi nasıl unutulur!
Zaman’da bizim iş yükümüzün iyice arttığı zamanlarda o da sahaflara, antikacılara, müzayedelere yöneldi. Sıkı bir arşivci oldu kısa sürede. İstanbul’un kitap mekânları arasında mekik dokuyan Yusuf Çağlar aynı zamanda hepsinin cemiyet fotoğrafçısıydı artık. Kitap kurdu olup da onun kadrajına girmeyen yok gibidir.
Edindiklerini ise hep o çocuksu bir neşeyle paylaştı. Yüzlerce siyah beyaz fotoğraf Yusuf Çağlar Arşivi imzasıyla bir araya geldi. Kuşçubaşı Eşref’ten Yakup Kadri’ye, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Mehmet Akif’e kadar ünlü portreler bir bir toplandı müzayedelerden. Mahyalar serisi ile dünden bugüne yaşatılan bir Ramazan geleneği yeniden hayat buldu.
Dün ise bir çok arkadaşının ve dostunun sonradan haberi olduğu gibi uzun süren korona virüsü hastalığından kurtulamayarak bu dünyaya veda etti Yusuf Çağlar. Bize ise uzun whatsapp konuşmalarıyla çok sevgili Yusuf Çağlar’ı anmak düştü. Hayat bize hak ettiğimizden daha güzel dostlar armağan etmişti; geriye onları hakkıyla uğurlayamamanın çaresizliği kaldı.
Ailesi başta olmak üzere bütün sevenlerinin başı sağolsun.
Dua ve özlemle…
KÜÇÜK BİR NOT: Sevgili Yusuf Çağlar KHK ile Zaman’ın kapatılmasından sonra ve 15 Temmuz sürecinde bu yazıda ismi geçen bazı kişilerin haksız ve çirkin hücumlarına maruz kaldı. Onlar için bile bir kez olsun kötü söz kullanmadı. Anısına saygı için aynı yolu izlemeyi tercih ettim.”
Yusuf Çağlar’ı kaleme alan bir başka yazıyı da Zaman Gazetesi eski Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı Kronos’ta kaleme aldı:
“AH YUSUF!
Yusuf Çağlar vefat etmiş. Kelime dağarcığınız eriyor yorgun gözyaşları gibi. Sözcükler tükeniyor bitkin nefesler gibi. “Ah Yusuf! Bunu bize nasıl yaparsın!” diyemiyorsunuz, çünkü kader dilinize bir zincir vuruyor gurbet ellerde.
Daha sabahın ilk ışıkları yansımamış yeryüzüne. Daha seccadeniz günaydın dememiş size. Telefonunuzun ekranına sımsıcak bir gülümseme yansıyor. Kitapların arasından o bildik bakışına şahit oluyorsunuz. Ve sanıyorsunuz ki Yusuf’tan bir selam var. Göz bu; önce resmi algılıyor, sonra altındaki yazıyı. Ürperiveriyorsunuz acı bir haberle: Yusuf Çağlar vefat etmiş. Kelime dağarcığınız eriyor yorgun gözyaşları gibi. Sözcükler tükeniyor bitkin nefesler gibi. “Ah Yusuf! Bunu bize nasıl yaparsın!” diyemiyorsunuz, çünkü kader dilinize bir zincir vuruyor gurbet ellerde.
İstanbul Siyasal’da talebe iken tanıdım Yusuf’u. Beyazıt’ta arkadaşlarıyla kalıyordu sanırım. Daha ilk günden kararımı vermiştim: Bu adam özü sözü doğru biriydi. Lafını ölçüp biçmiyordu. O günlerde herkesin çekinip endişe ettiği birine tok bir ses tonuyla had bildirmesi aklımdan hiç çıkmadı. Yollarımız ayrıldı bir zaman sonra ve bir daha göremedim bu yiğit Anadolu çocuğunu, ta ki 93’ün sonlarında Zaman gazetesi kültür-sanat sayfasında çalışmaya başlayacağım ana kadar.
KÜLTÜR-SANAT’IN YARAMAZ ÇOCUKLARI…
Kültür-sanat sayfasında başladım gazeteciliğe ama birkaç ay kültür-sanat servisine gidemedim. Bana başka bir birimde çalışmaya başlamam, bir zaman sonra Kültür’e geçeceğim söylendi. Bu süreç biraz uzayınca bir yayın yöneticisinin odasına daldım. Meğerse kültür sayfasının ‘yaramaz çocukları’ problem çıkarabilir diye düşünmüş yöneticiler. Sordum: “Kimden bahsediyorsunuz?” Kısa bir liste. En başında da Yusuf var. Bizim Yusuf. Diğeri kitapkurdu bir arkadaş, öbürü kendini sonradan sinemaya hasreden bir araştırmacı… Hepsi de güzel insan.
Hele Yusuf hele Yusuf!
Yöneticiye dedim ki, “Yarın sabah kültür servisine gidiyorum, göreceksiniz hiçbir sorun çıkmayacak.” Öyle de oldu. Sıcacık bir ilgi, adı konmamış bir saygı, tarifinden aciz kaldığım bir sevgi…
Zamanla güzel bir yayın ekibi olduk. Kültür-sanat- aile servislerinden bir kadro oluşturdu kader bizim için. Aramıza Hasan Keskin katıldı son olarak. O, plastik sanatlar üzerine yoğunlaşacaktı. Kimya öğrenimini yarıda bırakmış, gelip felsefe eğitimi almıştı. 90’lı yıllarda ressamlarla, heykeltıraşlarla röportajlar yapıyordu. Yusuf (her daim kitaplar arasından muzip gülücükler fırlattığı gibi) Hasan’a sataşmadan edemezdi. Fluksus sergisine dair haberler ve analizler yapan Hasan’a “Filuksus Hasan” deyip güldüğünü hiç unutmam. Hakikaten de 90’lı yıllarda muhafazakâr kesimin mahdut dünyasında resim, heykel, sinema, tiyatro haberleri ve yazıları girmek kolay değildi.
BU SÖZÜ HİÇ UNUTMADI YUSUF, BİR DE EYÜP CAN
Eski Zaman binasında minnacık bir kantin vardı. Bir gün baktım bizimkiler oturmuş gazete yönetiminden şikayet ediyorlar. Hepimiz muhabiriz. Hepimiz sanat ve edebiyat emekçisiyiz. Hatırladığım kadarıyla kültür sayfası orada, bir de bizim servise dışardan tabii üyeliği bulunan (!) Eyüp Can ve Doğan Ertuğrul var. İç karartan şikayetlere kulak vermek istemiyorum. Öteden beri hoşlanmıyorum bu tür muhabbetlerden. O güzel meclisten biri, “Sen niye konuşmuyorsun?” deyince idare-i kelam nevinden “Bu kadar abartılacak bir konu değil; bir gün bu mesleğe cidden gönül vermiş üç beş insan gelir ve iyi bir gazete yapılır” gibi bir şey söyledim. Sene 94 ya da 95 olmalı. Hani geyiğine muhabbet derler ya, işte öyle bir mevzu idi konuşulanlar. Bu sözü Yusuf (bir de Eyüp Can) hiç unutmadı. Kimi zaman beni istintaka tabi tutar gibi yayın kalitesine dair kabir sualleri yönelttiler. İyi de ettiler; kaliteli bir gazete için beyin çatlatmak gerekiyordu çünkü…
TEK BİR ŞEY SORDU BANA: KİMDİR BU YUSUF ÇAĞLAR?
Dobra dobra bir adamdı Yusuf. Daha gazeteye başladığım ilk aylarda bir gece yarısı Hüseyin Gülerce adında o günkü yönetici (!) telefonla aradı beni. Yalova’dan. Şaşırdım tabi ki. Tek bir şey sordu “Kimdir bu Yusuf Çağlar?” “Bu sorunun cevabını bilmiyorsan niye yönetiyorsun koca gazeteyi!” diyecektim; demedim. “Mevzu nedir?” dediğimde “Adamı genel müdür odasına çağırdım bir soru sordum. Bana ‘Bu konuda muhatabın ben değilim, beni bir daha rahatsız etme’ deyip kapıyı çarptı çıktı” dedi. Gülemedim adamın çökmüş ruh haline. Arkadaşı olduğumu söyledikleri için aramış beni. Uyuyamamış. Sadece teselli etmek için “Ben yarın konuşurum” dedim. Meğerse Gülerce beceriksizliği tescilli kifayetsiz bir adama köşe yazısı yazdırmasını söylemiş Yusuf’a. Cevap kurşun kadar ağır: “Ben sizin muhatabınız değilim, yayın koordinatörü, yazı işleri müdürü, yayın yönetmenini atlayarak bir daha benimle konuşma.” Tam da buydu Yusuf. İdare-i maslahattan hoşlanmaz; dosdoğru konuşur ve sonucuna katlanır.
DAĞISTAN’I, OSMAN’I, DAHA NİCELERİNİ KEŞFEDEN YETENEK AVCISI GİBİYDİ
Zaman Kitap genel yayın yönetmenliğini teklif ettim Yusuf’a yıllar sonra. Neden? Yaptığı işi önemseyen titiz ve dürüst bir insandı. Okumaya, yazmaya, anlamaya önem veren kalem (ve dahi kelam) erbabıydı. Editörlük yaptığı yıllardan defalarca şahit olduğum bir meslek sevdası vardı onda. Sayfa tasarımlarındaki en ince detaya kadar ilgilenir, her bir fotoğraf için titizlenirdi. Dağıstan’ı, Osman’ı ve daha nice genç yeteneği ne kadar teşvik ettiğini o günlerde gazetede çalışan herkes bilir. Yetenek avcısı gibiydi. Gazetede çıkan haberleri dikkatle inceler, fikir ve yazı bütünlüğü olan muhabirleri kitap yazmaya ikna ederdi. Her ay elinde tomar tomar kağıtlarla gelir; yayına hazır ettiği kitapları yayın kuruluna sunardı.
Çocuk edebiyatı ile ilgili onun kadar donanımlı az insan var Türkiye’de. Çocuk edebiyatının felsefi arka planını çok iyi bilir, çalakalem yazılmış eserlerden nefret ederdi. Ve bunu söylemekten asla çekinmezdi. Bu yüzden bazı sevdiği, saydığı yazarlarla küskünlük bile yaşadı ama onun derdi kırıp dökmek değildi. O, yapılan işlerde fikir sancısı arıyordu, meslek kriterleri istiyordu. Çok şey mi istiyordu? Baştan savma iş yapanlar için evet; ama iş disiplinini hayatının bir parçası olarak görenler için hayır…
SESSİZ SEDASIZ, KİMSEYİ ÜZMEDEN, KİMSEYE YÜK OLMADAN
Sahaflık onun bir başka tutkusuydu. Vecd halinde yaptığı bir iş. Kimi zaman enderi nadirattan bulduğu bir şey olursa onun sevincini paylaşmayı kendine vazife sayardı. Bir gün ona Fethullah Gülen Hocaefendi’nin eski bir dergiden bahsettiğini, o dergide yer alan bir makaleyi çok aradığını ama bulamadığını söyledim. “Yangın Var” diye feryat eden bir makale. Sessiz sedasız ayrıldı oradan ve kısa bir süre sonra elinde onlarca yıl önce basılmış derginin orijinaliyle geldi. Gidip bulmuş dergiyi. Üstelik bir de Osmanlıca bir mektup getirmiş. Bu nedir dememe gerek kalmadı; Hocaefendinin el yazısı olduğu aşikardı. Onlarca sene önce yazılmış bir mektubu dergiyle beraber Hocaefendi’ye verdiğimde o mutluluğu anlatamam. Ya Yusuf’un mutluluğu…
Şimdi uçup gitti gaddar ve mekkâr dünyamızdan. Korona virüsü bir dostumuzu daha aldı aramızdan. Sessiz sedasız; kimseyi üzmeden, kimseye yük olmadan. Arkasında onlarca salih şahit bırakarak. Kitapları, yazıları, arkadaşları…
Ruhu şad, makamı cennet olsun….”
ESERLERİ:
Belgezar (Zaman Kitap, 2011),
Aile Albümünden Fotoğraflarla Mehmet Akif Ersoy (Zaman Kitap, 2010),
Bir Fotoğrafın Aynasında İstanbul’un Fotoğrafçıları(İBB Kültür Yayınları, 2009),
II. Meşrutiyet & Kanun-i Esasi’den Askeri Müdahaleye (Zaman Kitap),
Dersaadet’ten Harameyn’e Surre-i Hümayun(2009)
Unutulmasın Diye – Kartpostallarla Çanakkale Zaferi (2015)
Şatranc-ı Urefa – Ariflerin Satrancı (Zaman Kitap, 2009)
Âsaf Hâlet Çelebi’nin Defter-i Meşâhir’i (Zaman Kitap, 2006)
KAYNAKLAR
https://kronos34.news/tr/yusuf-caglarin-ardindan/
https://kronos34.news/tr/gazeteci-yazar-ve-koleksiyoner-yusuf-caglar-koronaya-yenik-dustu/
https://kadrandergi.com.tr/2019/02/28/patron-kafamda-deli-var/
https://kronos34.news/tr/ah-yusuf/
https://kronos34.news/tr/zaman-ne-de-cabuk-geciyor-azizim/